ÖĞRENME, ÖDEV VE ZORUNLULUK İLİŞKİSi

Beyin; düşünme, algı, öğrenme gibi faaliyetlere aracılık eden organdır. Nasıl
öğrendiğimizi anlamak için beynin nasıl işlediğini asgari düzeyde olsa da bilmemiz
gerekir. Nitekim beyinde gerçekleşen öğrenme olgusunu “beyni öğrenmeden”
öğrenmeye kalkışmak yarım öğrenmek anlamını taşıyacaktır. Beyin 3 bölümden oluşur.
“Hipokamp” bölümü bilgilerin kalıcı hafızaya, “kortekse” geçip geçemeyeceğine karar
verir. Beynin bu bölgesinde nöronların birbiriyle iletişim sağladığı noktalar yani
“sinapslar” sinyallerle uyarılır ve sinaptik bağlar oluşur. Tam da burada sinyallerin düşük
veya yüksek oluşunu duyguların hareketlenmesi belirlemektedir. Merak duyulmayan, ilgi
gösterilmeyen, önemsenmeyen hülasa duyguların hareketlenmediği durumlarda beyne
ulaşan bilgiler düşük frekanslı elektrik sinyalleri şeklinde olacaktır. Böylelikle kayıt cihazı
olan kortekste işlem gerçekleşmez, duygular yani alıcılar harekete geçmemiş olur.
Öğrenme ortamları olduğu varsayılan okullar âdeta askerlik görevi gibi zorunlu olarak
gidilen yerler hâlini almıştır. Oysaki beynin çalışma prensibinin temel ilkesi,
duygularımıza dokunmayan hiçbir bilginin kaydedilmediği realitesidir. Bu temel ilkenin
en basit ifade şeklini “Hoşumuza giden bilgileri öğreniriz, hoşumuza gitmeyen bilgileri
öğrenmeyiz.” tarzında dile getirebiliriz. İlginin çekilmediği, merakın uyanmadığı,
konunun zevkli ve eğlenceli sunulmadığı ortamda öğrenme sürecinin akamete
uğraması hipokampüs denilen beyin bölgesinin uyarılmaması ile ilgilidir. Pekişmenin
sağlanması için evde öğrenme kastıyla verilen tekrarların “ödev, görev, zorunluluk”
algısı düşüncesiyle yapılması maksadın hasıl olmamasına sebep olmaktadır. Ev
ödevinin öğrenmeye katkısı nedir? Sorusu ciddiyetini korumaktadır. Yapılan
araştırmalar öğrenci başarısı ile ödevler arasında doğrusal bir ilişkinin olmadığını ortaya
koymaktadır. Yani ödeve ayrılan zaman arttıkça başarı biraz artıyor ama bir noktayı
geçtikten sonra başarı düşmeye başlıyor. Böylesi bir bilginin eşliğinde şu soru önemli bir
cevabı içinde taşır: Devamın zaruret hâlinde olduğu formel ortamlar olan okullarda
öğrenme ne kadar gerçekleşir? Son 200 yılda şekillenen sanayi dönemi eğitim
paradigmasıyla insan beyninin öğrenme mekanizmasının örtüşmediğini rahatlıkla ifade
edebiliriz. Öğrenen ve öğreten paradoksu Muallim-öğretmen, talebe-öğrenci kavram
ikizleri eski ve yeni dilde anlam arz eden kelimelerdir. Muallim “ilm” kökünden gelir,
talebe ise “isteyen, talep eden” anlamlarını taşır. Kulaklarımızın her iki sözcüğe aşinalığı
ezelden beri olagelmiştir. Bendeniz eski-yeni tartışmasına girmeksizin yalnızca sözün
musiki tınısına hürmeten ilkine meyyal olduğumu fakat ikincisinin gündelik dilde daha
pratik olduğunu belirtmek isterim. Konumuza iltica etmek gerekirse kavramların ilkine
meyyal olduğumu belirtiyor olmam yalnızca müzikalite ile açıklanabilir bir gerçeklik
değildir. Bir örnekle izah edelim. Talebeler eskiden imtihana girdiklerinde kendilerine
“tam not” olarak 45 (kırk beş) verilirdi. 45 ebcet* hesabıyla “âdem” kelimesine karşılık
gelir ve 45 alan talebe bir anlamıyla “adam” olduğunu ispatlamış olurdu. Sınav
sözcüğünü özellikle tercih etmiyor oluşumun sebebine gelince imtihan kelimesi bir
anlamı yüreğinde taşıyor da ondan. İmtihan “mihnet” kökünden gelir yani “sıkıntı”
manasındadır. Şimdilerde “sınav stresi” denilen şey aslında işin tabiatında hâsılı
barındırdığı anlam itibarıyla işin özünde mevcuttur. Bu manada “imtihan sıkıntısı”
demek aynı zamanda “sıkıntı sıkıntısı” demek gibi saçma bir açmazsa sınav stresi
demek de aynı açmazın saçma bir versiyonudur. Çalışmaktan kaçan talebe taifesinin
diline pelesenk ettiği hayfa ki meseleye vakıf olmayanların da itibar edegeldikleri bir
galat oluverdi sınav stresi. Zannediyorum sebep hâsıl oldu, geçelim… Öğrenmenin
formel ortamlar dışında rahatlıkla gerçekleşeceği realitesinden hareketle öğrencilerin

hayallerinin okullaştırılmaması gerektiğini söylemeliyiz. Okullaştırılan hayaller
memuriyet kıskacında yoğrulmaktan öteye geçiremiyor ufukları. Büyük öğretmenlerin
ellerinde ancak büyük öğrenciler yetişir. Nitekim okul, öğretmeni kadardır. Öğrencilerin
ufukları, öğretmenlerinin ve anne babalarının ufuklarını geçebilir mi? Anne ve babanın
öğretmen olmadığını kim iddia edebilir. Formel anlamda okul binası ile henüz
tanışmayan çocuğun öğretmenleri ev binası içerisinde anne ve babası değilse kimdir?
Kaç anne babanın eğitmenlik için formasyonu var, araştırmaya değer bir konu doğrusu.
Sahi, ana dilini hangi okulda öğrenir çocuklarımız? Babanın, özellikle annenin çocuğun
eğitiminde “formasyonsuz öğretmenlik” haklarını teslim ettiğimizde, zihnimiz bir başka
soru tarafından tırmalanacaktır. O da çocuğun ilk öğretmenleri olan anne babanın evlilik
öncesinde bir pedagojik formasyon imtihanından geçmiyor olduklarıdır. Anne
babalardan çocuk gelişimiyle ilgili en azından 1 düzine kitabı hatmetmiş olmaları elbette
istenebilir. Evlilik cüzdanı teslim töreninde görevli memurların çiftlerden (Öğretmen
adaylarından demeliydim.) okudukları kitapların halk kütüphaneleri kaşesini taşıyan
özetlerini istemeleri sanıyorum 4 adet fotoğraf ile ikametgâh ilmühaberi istemekten
daha işlevsel olacaktır. Sözün özü: Öğretmenlik, meslek olarak okullarda görevli
“memurlara” indirgenecek bir unvan olmadığı gibi öğrencilikte sekiz-beş, sıra-sandalye
müdavimlerine indirgenecek bir durum değildir. Öğrenmek, bilgi ve teknoloji üretmek,
insanlığa katma değer katmak niyetiyle yola çıkmayan eğitim dünyamızın âdeta nesnesi
hâline dönüşen ve nüfus yoğunluğunu elinde bulundurma şampiyonluğunu kimseye
bırakma niyetinde olmayan genç kitlenin ütopya zirvesi elbette 85 kelime ile konuşan
Kalahari Çölü’ndeki Hoyson kabilesinin ardından seğirmek olmayacaktır. Esasında
genç kitlenin ütopya zirvesi Pandora’nın kutusu mesabesindeki “üniversiteye kapak
atmak” şeklinde iken, gençliğini “demli çay” kıvamında yaşayan “mesleksiz mezunların”
düş ülkesi de kendilerine “fitre” düştüğü diyanetçe tescillenen ve meslekler tasnifi
yoklamasında ismi dahi okunmayan “devlet memurluğu” şemsiyesi altına ıslanmadan
girebilmek olacaktır. *Ebcet hesabı: Her harfin bir sayı değerine karşılık geldiği bir tür
hesap yöntemidir. Mesela 100 akçe alacağı olan bir alacaklı kişi borcu olan kişiye bir
kâğıt üzerinde “kaf” harfi yazıp gönderince hem alacağını istemiş hem de konuyu
aracıdan saklamış olurdu. Şimdilerde GSM operatörlerinin ya da banka şubelerinin
aksayan ödemeleri tek tip şuh bir kadın sesiyle müşterilerine hatırlatmaları
düşünüldüğünde eskilerin nazikâne tavrı karşısında şapka çıkarmak işten bile değildir.
Salih TOYRAN Rehberlik Uzmanı